Monday, December 15, 2008

EndulusRuyam

Cuma günü akşama doğru uçaktaydık. Yukarıdan bakınca güneş hiç sanki batmıyor. akşamın kızıllığı yol boyu silinmedi gökyüzünden. Batı'ya, güneşin battığı yöne gidiyoruz. Bir Avrupa ülkesine. önce İspanya'nın Sevilla şehrine indik. Türkiye’den 1 saat geride. Bir otobüsle Malaga’ya gidip otelimize yerleştik. Rehberimiz Malatya'lı Selahaddin. 18 yıldır İspanya'da. önümüzdeki 3 gün İspanya'da tatilmiş, dini ve milli bayramları birleştirip tatil etmişler. bizimse 3 gün içinde Endülüs'te gezeceğimiz şehirler: Granada(Gırnata), Cordoba(Kurtuba), Sevilla(İşbiliyye). bulunduğumuz bölge 8 şehri olan Andalucia.

6 Aralık Cumartesi:
gün sabah namazıyla başladı. ardından hemen kahvaltıya indik. açık büfe olmasına rağmen yenilebilecek fazla bir şey bulamadık. o nedenle meyve ile karnımızı doyurduk. yemekleri de enteresan, akşam da sadece salata türü yiyebildik.

Belirlenen saatte otobüste buluştuk ve Gıranada’ya doğru yol almaya bşladık. Sağımızda “Rio Guadalmadina” (vadi el-medina nehri) akmakta. Solumuzda zeytin ağaçları ve yer yer kaknüs bitkileri. Otobanlar mükemmel yapılmış. Otobüs mikrofonuyla Selo (Selahaddin) İspanya'yı anlatıyor. Kendi tecrübelerinden hareketle İspanya hakkındaki bilgilerini bizimle paylaşıyor. İnsanları fiziksel olarak Türklere benziyor, nihayetinde aynı iklim kuşağının insanlarıyız. Her iki ülke de yarımada. ancak İspanyolların tipleri Türklere benzese de huyları hiç benzemezmiş. Kaba insanlar, misafirperver değiller.


Kanuni, İnebahtı muharebesinden sonra "kim bu İspanyollar?" diye sorar bunun üzerine gelen elçi "gece gündüze ne kadar benzerse İspanyollar da Türklere o kadar benzer" diyerek bize ne kadar zıt olduklarını anlatır. Rehberimiz Selo sürekli İspanya ile Türkiye ve İspanyollar ile Türkler arasında karşılaştırma yapıyor. Sanırım milli duyguları her gurbetçi gibi ağır basıyor. İlginç anektodlar anlattı. Bir mezarlığın yanından geçiyorduk. Ölülerini ayakta (dik durur halde) gömüyorlarmış. Daha sonra da çıkarıp kuyuya atıyorlarmış. Gömülmek için ölmeden önce para veriyorsunuz. Parası olmayanları ise yakıyorlar. Öğlen saat 2'ye kadar çalışıyorlar. sonra siestaları var. 4'e kadar kaylule uyuyorlar. 4ten 6ya kadar tekrar çalışıyorlar. Bu sistem Araplara benziyor. Kendilerini değiştirmeye de pek niyetleri yok. Mesela yabancı dil öğrenmek gibi bir çabaları yok. çünkü ş, z, j, c, ı, ö, ü gibi harflerini telaffuz edemiyorlar. İngilizce konuştuğunuzda genelde yazıldığı gibi söylerseniz anlayabiliyorlar. mesela çay istemek için te diyoruz. ayrıca İspanyolca'dan başka dil bilmiyor ve kendi şiveleriyle konuşuyorlarmış. Hakikaten gezdiğimiz turistik yerlerde hiçbir tabelanın ingilizcesini yazmamışlar. gelenlerin İspanyolca öğrenmesini istiyorlar.


Sierra Nevada sıradağlarının yanından geçiyoruz. İslamoğlu hoca mikrofonu eline alıyor. “Gezin yeryüzünü görün günahkarların sonu ne olmuş?” ayetiyle başlayarak gezi amacımızı vurguluyor. Bu ayet gezip görmenin bir bilgi kaynağı olduğunu gösterir. İbret ile bakılırsa gördüklerimiz bize çok şey söyler. İslamoğlu hocanın tabiriyle "şahid olalım" ve Endülüs toprakları “şahidimiz olsun”. çünkü yeryüzündeki her şeyin dili var, konuşuyor. Şahid olmak ve şahid kılmak için gezip görelim. Lebbeyklerle girdik Gırnata’ya. Kendimi umreye gidiyormuş gibi hissettim.
Gırnata... tarih kokan şehir. Alhambra (El-Hamra) beni büyüledi ve ordan hiç çıkmak istemedim. Endülüs'te en sevdiğim yer burasıydı. ilk olarak şehir turu yaptık. Büyük bir fıskiyenin yanından geçip, yürüyüş yoluna girdik. Cristof Colomb heykelinin önünde durup rehberi dinliyoruz. ikinci durağımız
Adalet Sarayının önü. Kuran-ı Kerim’ler başta olmak üzere tüm kitapların toplatılıp yakıldığı mekan. üzülüyoruz, kızıyoruz ama kime? Dönüşümüzde bu meydanda 3 çalgıcı farklı bir müzik yapıyordu. ilginç aletleri vardı.


İnce bir yola giriyoruz bir araba zor geçecek kadar. turistler yoğunlukta. Bu yola açılan daha ince sokaklar var. Endülüs döneminde kalma bir mahalle. Al-casaba diyorlar. buradaki restore edilmiş eski evler genelde bar-cafe. Bazılarının dışı eski ev gibi görünse de içini otopark olarak kullanıyorlarmış. Bir katedralin yanından geçiyoruz. sağımızda vadi var arkasında Elhamra. karşıdan surlarını seyrediyoruz. buradan saray gibi görünmüyor daha çok bir kale gibi kırmızımsı rengiyle. daha sonra güvenlik açısından böyle inşa edildiğini öğreniyorum. saraya yaklaşıyorum. yaklaştıkça heyecanlanıyorum.




Granada meydanı biraz İstiklal caddesinin andırıyor. Kimi garip kostümler giymiş, Kimi kendini griye boyayıp heykel gibi dikiliyor ve bu şekilde para kazanıyor. Biri paylaço kılığında çocukları eğlendiriyor. Tatil olduğu için mağazalar kapalı, insanlar ailecek geziyor. İstiklal caddesinden daha az kalabalık. Enteresan tipler. sokak satıcıları polis gelince kaçmaya başlıyor biraz Türkiye gibi.
El-Hamra'nın karşısındaki Elbaicin tepesinde yer alan Abdulkadir es-Sufi nin mescidinde öğle ve ikindiyi cem ederek kılıyoruz. Sierra Nevada'yı ve El-Hamra'yı seyredip fotoğraf çektiriyoruz. Mescit eskiden gecekondu mahallelerin bulunduğu yerde. şimdi ise restore edilmiş evlerden müteşekkil turistik mekanlar Safranbolu evleri gibi. Cem’ etmenin buradaki geziden daha elzem olacağı vakitlerim daha önce olmamıştı. Gerçi çok sefer eden biri olarak seferde dinin sağladığı kolaylıkları kullanırım, normal günde asla yapmayacağım ruhsatlar olsa bile. Bu kolaylıklara şükredelim çünki Rabbimin bize lutfudur. Yoksa hakikaten zor durumda kalacaktık. Yollarda ne bir cami ya da mescit ne de abdest alacak bir mekan vardı.
Al-Hambra'ya giriş saatimiz 15.00 olarak çok önceden belirlenmiş. günde 3.500 bilet satıyor. V.Carlos Alman asıllı ispanya kralı sarayı yıktırmak istemez ancak papazlar el-hamrayı fethetmenin anısına bir eser yaptırması için baskı kurarlar. O da sarayın tek bir bölümünü yıktırara dışı kare, içi daire bir bina yaptırır. Kendisi ise bu sarayı hiç kullanmaz. Günümüzde idari işlerin yürütüldüğü bu yapı sarayın diğer bölümleriyle hiç uyumlu değildi. Esas hayram kaldığım Nasri kısmında grubumuzu rehberler ikiye bölüyor. Ben İngilizce anlatan rehberin peşine takılıyorum. Sanki Müslüman olduğumuzu bilmiyormuş gibi anlatıyor. o topraklarda gelişen İslam medeniyetinden çok uzak kaldığımızı düşünüyor olmalı. Halbuki anlattıkları bize hiç yabancı değil. Mesela haremin, özel hayatın ve ailenin değerinden bahsediyor. O kadar çok fotoğrafa malzeme vardı ki! Ne yazık ki rehberlere uymak mecburiyetindeydik. Yine de ben fotoğraf çekeyim derken gruptan ayrılıvermişim. El-Hamra beni adeta büyüledi. Oda içinde oda ve onlara açılan avlular ve birden kendinizi bir bahçede buluyorsunuz. Sanki Kuran’daki Cennet tasvirleri bu sarayda uygulanmış. Su bolca kullanılıyor. Suya yansıma fotoğraflarını çekmeye doyamadığımdan yine grubun gerisinde kalıyorum. söylendiğine göre Taç Mahal buradaki sarayın suya yansımadan esinlenerek yapılmış. Saraya girdiğimiz ilk odadan itibaren “la galibe illallah” sözünün duvarlara her türlü nasıl nakşedildiğini görüyoruz. sarayın tüm duvarları dantel gibi işlenmiş. İnce ince oyulmuş duvarda hiçbir boşluk bırakılmadan. alt kısımlar seramikle kaplı. Dekorasyonda zemine önem vermiyorlar zaten halılarla kaplıydı. Arslanlı avluda 12 adet arslanı da restorasyona aldıklarından göremedik ama buradaki süslemeler aklımı başımdan almaya yetti.
Al-Hambra’daki son durağımız olan Generalife (Cennetü’l-Arif) bahçelerinde dolaşırken biraz üşüyoruz ama bunu hiç hissetmedim annem ellerimin ne kadar soğuk olduğunu söyleyene kadar. Hiç çıkmak istemiyorum buradan o kadar çok fotoğrafını çekmek istediğim bölge var ki! Bu arada Mustafa amcanın d300 ünde gözüm kalmıyor değil. Fotoğraf çekeyim derken bir yerlerde kayboluyorum arasıra. zira bahçe labirent gibi. bu arada kaçırdığım çok bilgi de oldu. ve
1492 de burayı terk ediyorlar. böyle güzel bir şehit nasıl teslim edilir? diye içimiz yanıyor.
7 aralık Pazar:Kurtuba'ya doğru yol alıyoruz. yağmur çiseliyor. kilometrelerce uzayan zeytin tarlalarının yanından geçiyoruz. Zeytinyağı üretiminde dünyada bir numara İspanya imiş. ve yeni birşey daha öğreniyoruz. Avrupa’ya zeytini Müslümanlar getirmiş ve turunçgilleri. İspanyolca'ya bu kelimeyi kazandırmışlar: aceituna yani ezzeytun. Bunun gibi yaklaşık 5bin kelime var Arapça'dan alınan. "al" ile başlayan bütün kelimeler Arapça. Bir de Arap harfleriyle yazılan İspanyolca olan Aljamiado (El-Acemiyye) alfabesini geliştiriyorlar ve uzun süre kullanıyorlar. Bu esnada İslamoğlu hoca Tîn suresini anlatmakta. Ve't-tîn Ve'z-zeytûn'dan sonra bir mevkiden bahsediyor. Dolayısıyla bu iki kelimeden tin (incir) ve zeytin ile meşhur olan bölgelerin kastedilir. büyük ihtimalle Zeytin dağı ve Filistin bölgesidir.

Kurtuba'dayız... altı yüzyıl öncesinin başkenti. büyük bir ilim ve kültür hazinesi. sağımızda akan nehir Quadalquivir (Vadi-el Kebir). binlerce kitabın yazıldığı o şehir ve kütüphanelerinin boşaltığı o nehir. Kurtuba Camiinin önündeyiz. Minaresinde çanlar çalıyor. ibadet zamanı kapılar kapandığı için daha sonra gezeceğiz. Müslümanların burada namaz kılmasına izin verilmiyor. Kılmak isteyenlere karşılık "ne zaman ki Ayasofya kiliseye çevrilir, o vakit düşünürüz" diye cevap vermişler. halbuki yanlış bir kıyas. çünkü biz Ayasofya'da da namaz kılamıyoruz.

eski Müslüman mahallelerini gezmeye başlıyoruz. burası günümüzde Yahudi mahallesi olarak anılıyor. Maymonides (Musa b. Meymun) meydanına geliyoruz. Doğumunun 850.yıldönümünde bu meydanda bir sempozyum düzenlenir ve bir heykelini dikerler. Heykelin altında İbranice Musa ibn Meymun yazıyor ve Teolog Filozof Doktor. Daha sonra bir müslüman alimin büstüne rastlıyoruz: Muhammed El-Gafidi. dünyada ilk defa göz ve katarakt (sitaretü’l-ayn) ameliyatını yapan kişi olarak biliniyor. Hemen karşısına Cordoba Üniversitesinin Felsefe fakültesinin binasını yapmışlar 18.yyda. dar sokaklardan geçerek ilerliyoruz. İbn Rüşt medresesi kapalı olduğundan giremiyoruz. Roger Garaudy'nin eşi Selma hanım ilgili imiş. ancak kendisi hacca gittiğinden ulaşamıyoruz. medrese kapalı olunca namazımızı eda etmek için başka bir yer bulmamız gerekiyor. kısa ve dar sokaklara dalıyoruz. uzun bir konvoy halinde yaklaşık elli kişi birbirini kaybetmeden sağa-sola ilerliyor. evler 11. yydaki eski haline çok benzer şekilde restore edilmiş. şehrin eski yapısı muhafaza edilmeye çalışılıyor. Modern bina hiç göremiyoruz. Bu evlerin bazılarının içi park yeri, bazılarında halen yaşanıyor. genelde beyaz renkli, 2-3 katlı ve ince balkonlarında çiçek saksıları var. Evlerin içinde avlu var. bir evin camekanından içeriyi seyrediyorum. avluda bir sürü saksı ve çiçek var. acaba çiçek dükkanı mı diye soruyorum, burdaki birçok ev böyle imiş... adım adım ilerliyoruz bir İslam ülkesine başkentlik yapmış şehrin sokaklarında. düşünüyorum da bir zamanlar İbn Rüşt'ün, İbn Meymun'un yürüdüğü bu sokaklar idi. Oxford, Endülüs üniversitelerinden mezun olmuş. O zamanlar Kurtuba'nın nüfusu 1 milyon imiş, şimdi ise 600 bin. bir gelecek nasıl da yıkılmış! yazıklar olsun yeryüzünde kan döken insanoğluna!


Etrafımızda at arabaları. yürümeye üşenenler var sanırım yahut daha otantik olsun diye biniyorlar. Kurtuba Camiinin portakal kokan bahçesine giriyoruz. Büyük palmiyeler ve 15.yydan kalma turunç ağaçları var. Camiinin minaresi üzerine çan kulesi yapılmış yıkmadıkları bir çok minareye yapıldığı gibi. Şam Ümeyye Camii gibi mevcut mabedin üstüne inşa ediliyor. Mevcut sütunlar kullanılıyor ancak ince oldukları için birbirine iki kemerle bağlanıyor. zaman geçtikçe ihtiyaca binaen genişletilmiş. Toplam bine yakın sütun var. ikiyüz kadarını yıkıp ortasına katedral inşa ediyorlar. 3 asır boyunca cami olarak kalan mabed şimdi La Mezquita Catedral. Yerde siyah mezar taşları var. yani ölülerin üzerine basıyoruz. caminin mihrabları ve kubbelerdeki tezyinat muhteşem. ancak mihrabın önüne demir parmaklıklarla set çekilmiş. rehberin "namaz kılmak isteyenleri çıkartırlar" uyarılarına rağmen aramızdan bazıları örülen etten duvarlar arasında iki rekatlık namaz kılıp özlemlerini gideriyor. İslamoğlu hocanın tabiriyle altıyüz yıl öncesinde kılınan namazı bu taşların gözü bir yerden ısırmakta idi. bir yerlerden tanıdık geliyorduk zira onlar cansız değiller. Hayran hayran seyrettiğim o taşlara elveda diyor ve zor ayrılıyorum.

namaz için Christoph Colomb parkının ortasında küçük bir mescit bulabildik. biz içerdeyken Faslı bir bayan geldi. adı İkram. onu görünce çok sevindim. kısa kelam ettik. gözlerim hep müslümanları aramıştı gezerken. hiç ecdadın mirasına sahip çıkan torunlar kalmamış bu şehirde. Vakit kalmadığı için AlCasar (el-Kasr) Sarayını gezemeden otele, Malaga'ya dönüyoruz.

Akşam sahilde dolaşıyoruz. ilginç bir tespitim var. İspanyollar yabancılara pek ilgi göstermiyor yahut merak etmiyor. Şahsen Türkiye’de yabancı biri gördüğümde baştan aşağı süzer ve hangi ülkeden geldiğini tespit etmeye çalışırdım. Orada sokakta yanımdan geçenlerin gözlerine baktığım halde hiç umursamadan geçip gittiler. Belki de sadece Müslümanların ilgisini çekiyoruzdur. bir dükkan sahibi bize selam verip yarınki bayram namazına çağırdı.

iki akşamdır İslamoğlu hoca Endülüs hakkında konferans veriyor. ilkinde Endülüs tarihini, ikincisinde Endülüs alimlerini anlatıyor. gezinin amacına ulaşması onun sayesinde gerçekleşiyor. öğrendiklerimizi gördüklerimizle birleştirerek ilme'l-yakînden ayne'l-yakîn seviyesine çıkarıyoruz.


8 aralık Pazartesi:erkenden Malaga'nın Terro molinos bölgesindeki camiiye bayram namazına gidiyoruz. Malaga'nın en büyük camisi. Mihrabı Kurtuba Camiinin tıpkısı. Camiye girdiğimde duyduğum tekbirler bir yerden tanıdık geliyordu. Geçen sene bayram sabahı Şam’dan geçerken işitmiştim:
“Allahu ekber kebira ve’l-hamdu lil-lahi kesira ve subhanallahi bukraten ve asıla …”
Namazdan sonra pek çok Mağribli ile tanıştım. çoğu öğrenci. Bilg. müh.de okuyan Safa ile Arapça pratik yapabilirim diye düşünüyordum fakat o benim Arapçam karşısında ısrarla İngilizce cevap veriyordu. Sanırım fasih konuşmak zor geliyor ya da İngilizce hoşuna gidiyor. Safa, onlarda kız ismi olarak kullanıyormuş ve bizde erkek ismi olmasını çok garipsiyormuş. Türkiye'de kadınların bayram namazı kılmadığını söylediğimde de çok şaşırdı. bu yüzden aramızdan bazıları ilk kez bayram namazı kılacaktı. Mailimi verdim, İstanbul’a gelirse haber vermesini istedim. Caminin konferans salonu da var. aynı anda 5 dilde tercüme yapılabilen büyük iki salona sahip. Camiden çıkıp şehir turu yapıyoruz çiseleyen yağmur altında. eski bir kalenin bulunduğu tepeye çıkıp Malaga manzarasını seyrediyoruz.

Malaga, Endülüs'ün ikinci büyük şehri. Turizm ile geçiniyor. Yılda 27 milyon turist ziyaret ediyor. Turist çekmek için hiç bir masraftan kaçınmıyorlar. nitekim kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. mesela hükümet, Marbella bölgesine dünyadan ünlü aktörler getirilerek tüm tatil masrafını karşılıyor.

İspanya'daki son durağamız Endülüs’ün başkenti olan Sevilla. Yolda bayram tebriklerimizi sunuyoruz birbirimize. Sevilla, zengin liman bir kenti. Deniz ticareti var. Guadalkevir (Vadi el-Kebir) nehri şehri ikiye bölüyor. Buraya gemiler girip çıkabiliyor. O nedenle Sevilla, Amerikalıların İspanya’ya giriş-çıkış kapısı sayılıyor. İspanya yabancı şirketlerin yatırım yapmasını kolaylaştırıyor. Bu nedenle yabancı yatırım yüksek. Turizm de önemli bir gelir kaynağı. Yılda ortalama 30 milyon insan Endülüs bölgesini geziyor. Sevilla'da da eski evler hep restore edilmiş. Şehre güzellik versin diye cadde kenarlarına turunç ağacı dikmişler. Çiçek açtığı zaman şehrin içi çok güzel portakal kokarmış.

şehre girer girmez bir camii araştırmaya başlıyoruz. İspanyalı bir müslüman bizi bir apartmanın altkatındaki camiye götürüyor. ancak imam olmadığı için kapalı. uzun süre kapının açılmasını bekliyoruz. İspanya halkı apartmanların dışına ve evlerine beşinci katlara kadar demir yaptırmışlar. Hırsızlık çok yaygınmış. çünkü 300 euroya kadar para çalmak hırsızlık değil, aşırma olarak değerlendiriliyormuş. yani yasalar çok hafif. ayrıca bulunduğumuz yer surların içinde kalan Macarena bölgesi. çalıp oynamayı seven Çingenelerin bolca bulunduğu bir yermiş.
Çok büyük bir alana 1929'da fuar yapılıyor sanayi ve ticareti geliştirmek için. fakat ekonomik kriz başlıyor o dönemde ve beklenilen gelir elde edilemiyor. şehir turunda bu yerlerin yanından geçtikten sonra İspanya Meydanına geldik. (Plaza de Espana) Burada üç film çekilmiş: Carmen, Arabistanlı Lawrence ve Yıldız Savaşları. Biz de fotoğraflarımızı çekiyoruz. yarım hilal şeklinde büyük bir bina. 4 adet kulesi var. Kuleleri, minarelere çok benziyor. Arap mimarisinden ve süslemelerinden çok etkilenmişler. Yarım at nalı şeklinde pencereler modern yapılarda bile kullanılıyor. Bir amacı da kentin tarihi dokusunu korumakmış.

Sevilla sokaklarını geziyoruz. Noel hazırlığı var, her cadde ışıklandırılmış. Giralda Kulesi: bir camiden kalan tek minare. Yanıbaşına katedral inşa edilmiş. çan kulesi olsa da ihtişamıyla dimdik ayakta. bir müslüman medeniyetin izleri var. onları yakalar ve diriltebiliriz. 1996 yılında 1492’de olanlar için İspanya özür diliyor. üzerinden 504 yıl geçtikten sonra. müslümanlara bazı imkanlar veriliyor. ibadet alanı ve din eğitimi imkanı gibi. yaklaşık iki milyon müslüman var. yüzde yetmişi Fas kökenli. tabi bana sorsanız şimdi orada yaşar mıyım? içkinin su gibi tüketildiği, her dükkanda domuz eti satılan bir ülkede müslüman olarak yaşamak zor olsa gerek. Tarık b. Ziyad o topraklara girerken benim gibi düşünseydi başarılı da olamazdı. oysa İslam için fedakarlık yapmalı. bizden birilerinin oraya gitmesi ve yerleşmesi gerekiyor.


Hava karardı. Türkiye'ye uçma vakti. Havaalanındaki işlemleri çok yavaş yapan kadın bizi çok bekletiyor. Giderken de arkamızdan el sallıyor. Adios diyoruz. Elveda Endülüs. Adios...
Rüyalarımın Endülüs'ü işte böyle bir rüya gibi başladı ve unutulmaz bir rüya olarak kaldı zihinlerde.

No comments:

Post a Comment