Tuesday, June 15, 2010

EsKiSehir

Ankara'dan YHT ile 1,5 saat sürdü Eskisehir. (YHT: yüksek hızlı tren) Sincan'ı geçtikten sonra 250 km/sa hızla yol aldık. Sabah 7 de başlayan yolculuğumuz gece 12 de Ankara'da sona erdi. Komşular ve babamın iş arkadaşlarının bulunduğu bir geziye ilk defa katılıyordum. Trene binerken ilk kez karşılaştığım bir teyze "ton ton! seni kaçıncı sınıftasın?" diye bir soruyla dişlerini göstererek gülümsedi. Şimdi buna nasıl cevap vereyim. Önce "ton ton sensin" mi desem yoksa kaçıncı sınıf olayına mı girerek mi bozsam diye düşündüm. Tabi ben büyük bir olgunlukla "üniversiteli bitireli 3 sene oluyor" dediğimde de epey şaşırdı. Gezi boyunca da bir daha muhatap olmasak buna benzer başka muhabbetler yaşadım.
Eskişehir adı gibi eski olmadığını ve görmeye değer pek çok yeri olduğunu bu gezide öğrendim. Şehrin ortasından Porsuk Çayı geçiyor. Belediye bunu çok iyi kullanmış. Renk renk köprüler geçirmiş üzerinden. Gondolla da geziliyor bu nehirde. Bir de şehrin pek çok yerine parklar ve heykeller yaptırmış. Bizi önce şehrin ikinci büyük parkı olan Kentparka götürdü gezi otobüsü. Burada Türkiye'nin ilk yapay plajını yapmışlar. Kahvaltımızı bu parkta yaptıktan en büyük park olan Bilim, Sanat ve Kültür Parkına gittik. Bu parkta yapılan en ilginç şey 17.yy da Amerika'ya giden ilk gemi Mayflower'ın bir benzeri. Yapay bir gölün üzerinde. Bu gölün etrafını dolaştığımız tren ise 1970'lerde işçileri taşıyormuş ama şimdi yenilenmiş şehirde pek çok şeyin yenilendiği gibi. Daha sonra gittiğimiz Odunpazarı evleri de restore edilmiş ve Safranbolu'dakilere benzer evler ortaya çıkmış. Bu tarihi diyebileceğim dar sokaklardan yürüyerek Kurşunlu Külliyesi'ne ulaştık. Külliye de en iyi şekilde değerlendirilmiş. Geleneksel sanatları ve Eskişehir'e has lületaşı işlemeciliği burada yapılıyor. Restore edilen bir konakta öğle yemeğini yedik.
Başımıza güneş geçmesin diye şapkayla dolaşırken burada şehir manzarasını izlemek için gittiğimiz Şelale Park'ta yağmurun altında kalıyoruz. Bu sırada annemle babam Sarar fabrikasına gittiler. Yağmur bittikten sonra Porsuk Çayı'nda tekne turu yaptık. Daha sonra Haller Gençlik Merkezi denilen yerde kimileri alışveriş yaptı, kimileri dinlendi. Ardından TEI fabrikasını gezdikten sonra ayaklarım şişmeye başlamıştı artık. Birsen'de akşam yemeği yiyince midem de şişti. Eskişehir'de Çibörek meşhurmuş. Onun da tadına baktık ama açıkcası pek hoşlanmadım. İşte böylece bir gün içine çok şey sığdırdık. tüm bu yorgunluğuna rağmen gezmeyi seviyorum...

Friday, June 11, 2010

taziye

ne konuşulur bilmem, ne diyebilirim ki? evet, biz de çok üzüldük vefat haberini duyunca. sümeyye'nin ne hissettiğini nasıl anlayabilirsin ki? oturup dinledim. ona teselli vermek yerine ondan ibret aldım. Allah kimsenin başına vermesin, zor bir imtihan. tek kurabildiğim cümle: dünyada rahat yok. şehid abi de hep bunu dermiş, sanki gitme vakti geldiğini de hissetmiş anlattığına göre. 32 yılını hizmet yolunda geçirmiş zat-ı muhterem. gaye, o yolda olmakmış hakeza. çok metanetli gördüm arkadaşımı. Rabbim sabrını artırsın.

Friday, February 12, 2010

bir Cuma günü

her yolculuk sonrası bir şeyler yazasım gelir. Demek ki yazabilmek için bazen yolculuk yapmam gerekiyor.Small Tits Virgin Pussy Barely Legal Nubiles Kacey 18 Young Porn
"Ankara Terminaline gelmiş bulunmaktayız. Hava sıcaklığı sekiz derece." Saat akşamın sekizi. Anonsu duyunca son beş sayfası kalmış olan elimdeki kitabı metroda bitirmek üzere çantama koyuyorum. yazarı Mustafa Kutlu, adı Huzursuz Bacak. yaşanmış ve yaşanma ihtimali yüksek olayları konu alan içimizden bir hikaye. bir akademisyen gözüyle istanbul. 163 sayfalık kitabı beş saatte bitirememin nedeni, yorulunca takıldıgım film: güneşi gördüm. çocukların en küçük kardeşleri Serhatı yıkamak için çamaşır makinesine attıkları sahneden sonra midem bulandığı için kapatıyorum bu filmi. bu arada 2,5 senedir otobüslerde gelişen teknolojiyi adım adım izlediğimi farkettim. 2,5 senede kendimde gelişen ne oldu acaba? ilim ve istanbul: benim için ayrılmaz ikili haline geldi. öğleyin Üsküdar'da bir terastan istanbulu izlerken bunu düşünüyordum. Saat 12:30 idi ezanlar yükselirken. karşımda deniz ve çiseleyen yağmur. sağımda Mihrimah, solumda Valide Sultan. müezzinleri paslaşıyor adeta. ve her köşede yükselen minareden ayrı bir sada yankılanıyor. Üsküdar'ın bu manevi havasını seviyorum. Cuma saatini kuşbakışı izliyorum. Selimağa Camiinin dış kapısı önüne kilimler seriliyor. esnaf, polis, işçi herbiri kilimin bir köşesine duruyor. camiiler yavaş yavaş doluyor, caddedeki erkek nüfusu azalıyor ve sanki başı örtülü insan sayısı artmış gibi görünüyor. önce bir koşturmaca hakim, sonra bir an sukunete bürünüyor ortalık. Ramazan'daki iftar saati gibi. o sükunet anında tüm mevcudat kulluğunu hatıra getiriyor. işte o icabet vaktinde içimden geçen dua: bu şehre, bu memlekete, bu dünyaya hizmet eden biri olabilmek. tersine bir sıralamada mümkün. o esnada Selimağa'nın önüne park etmiş bir ambulans gözüme ilişiyor. hastası yok belli ki şöförü namaz için inmiş. cemaat dağılınca o da hareket ediyor. hava yeniden soğuyor, içeri geçiyorum. sabah iyiydi oysa. İstanbul'un havasına ve kızına güvenilmezmiş demişti bir arkadaş. havasına güvenilmediği tecrübeyle sabit. kızına neden güvenilmezmiş merak ettim doğrusu. her neyse İstanbul'u ve bendeki anılarını seviyorum. Valide Sultan karşımda. her seyahat öncesi olduğu gibi yine uğruyorum bu sefer öğle namazı için. ilk defa evi özlemeden gidiyorum sanırım. çünkü tam bir hafta önce aynı yolların aksi istikamette üzerinden geçmekteydim. kapıyı ufaklık açıyor şaşkın bir halde. beni beklemiyormuş. sana çikolata getirdim diyorum. burun kıvırıp bilgisayarın başına dönüyor. üstüne üstlük üç günlüğüne evin nüfusunu artıracağım için şikayet ediyor...